Cem Terzi: Mülteci meselesi arafta tutulursa çatışma kaçınılmaz
1934 İskan Kanunu\’yla birlikte Türk olmayan azınlıklara uygulanan iskan politikası ile neler hedeflendi? Ermeni tehciri başta olmak üzere bu coğrafyada neler yaşandı? Mülteci gerçeğinin üzerinde nasıl bir örtü var? Türkiye’ye sığınan insanları vatandaşlıkla eşit statüde nasıl içeririz? Mültecileri insanlık dışı bir muameleye maruz bırakmadan konumlandırabileceğimiz bir düzenleme yapılabilir mi?
Mültecilerle ilgili yaptığı çalışmalarla bilinen Halkların Köprüsü Derneği Kurucu Başkanı Prof. Dr. Cem Terzi sorularımızı cevapladı.
\’\’MEDENİ İZMİR\’ MÜLTECİLERDEN AĞACIN GÖLGESİNİ ESİRGEDİ\’
Halkların Köprüsü Derneği barış sürecinin hemen akabinde kuruldu. Amacı Türkiye’de kutuplaşmış, düşmanlaştırılmış halklar arasında köprü olmaktı. Fakat çok kısa bir süre sonra Suriye’de giderek yaygınlaşan iç savaşla birlikte Türkiye büyük bir mülteci akınına uğradı. Derneğin kurucu başkanı olarak o süreci, nasıl bir tutum aldığınızı okurlarımız için kısaca anlatabilir misiniz?
O günler çok farklıydı. Çözüm süreci bir şekilde toplumda barışa dair ümitler yaratmıştı. Meclis çatısı altında hazırlıklar vardı. Şimdi bakınca sanki başka bir ülkeden söz ediyormuşuz gibi… Biz de İzmir’de Türkiye toplumunu oluşturan halklar arasında en tabandan, en sivil, en masumane, en insani çabayı göstermek, küçük de olsa barışa katkıda bulunmak için yola çıktık. Kendi aramızda tartıştıktan sonra ‘kamusal dostluk’ diye bir kavram tanımladık. Kamusal dostluğu; farklı kimliklerin, birbirlerini eşit ve eşdeğer kabul etmesi ve birbirleriyle dayanışmasını sağlayacak demokratik bir ilişki biçimi olarak tanımladık. Türkiye toplumunu oluşturan halklar arasındaki birbirlerine ilişkin korku, nefret, düşmanlık gibi olumsuz, çatışmacı ve ötekileştirici duvarları yıkmayı, bunu da bir araya gelip çok farklı dayanışmalar üreterek, hayatı sokakta eyleyerek katkı koymayı amaçladık. Sadece Kürtler değil, mesela Romanlar da derdimizdi. İlk çalışmamız Roman hemşehrilerimiz ile buluşmak olmuştu.
Suriye’deki savaştan kaçan insanların dalga dalga önce sınır kentlerine sonra, İstanbul, İzmir gibi kentlerin sokaklarına ulaşması ile birlikte mülteciler hayatımıza girdi. Türkiye’nin yeni bir ötekisi oluşmuştu ve yüz binleri bulan bir göç dalgası ile gelmişlerdi. Biz dahil toplum ne olup bittiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Başta sağlık, beslenme, barınma olmak üzere acil ihtiyaçları vardı. Bu acil ihtiyaçların karşılanmasını sağlamak, kamu kuruluşlarını göreve çağırmak, toplumu mültecilerin durumu, ihtiyaçları ve kurumların bunları karşılama konusundaki ataletleri hakkında bilgilendirmek için harekete geçtik. Bunlar bizim ilk kuruluş günlerimizde oldu. Derneği kurmaktaki amacımız olan kamusal dostluk arayışı, tam da bu nedenle, bütün enerjimizle bu alana eğilmemizi gerektirdi. Bizim konuya olan ilgimiz kent tarafından anlaşılınca, bir nevi dayanışmanın örgütlenmesinin merkezi haline geldik. Çevremizden, kurumlardan İzmir’deki mültecilerin durumları hakkında bilgi akmaya başladı ve biz de elimizden geleni yapmak için çabaladık. Bizim derneğin en güçlü yanlarından biri 100’e yakın sağlıkçıdan oluşan bir gönüllü grubunun olmasıydı. Adeta küçük bir hastane gibiydik…
Sonra o en sıcak yaz, Haziran 2015 yazı geldi çattı. İzmir göç merkezi haline geldi. Her gün binlerce insan Basmane’den Yunan adalarına geçmeye çalışıyordu. Biz de her gün Basmane’ye gidip sokaktaki insanlara sağlık taraması yapıyor; gıda, giysi, hijyen malzemesi dağıtıyorduk. Durumun vahametini görmemeyi ve hiçbir şey yapmamayı seçen merkezi ve yerel yöneticileri göreve çağıran eylemler yapıyorduk. Bu eylemlere mültecilerin katılması için çok çaba sarf ettik. Basmane’de, kavurucu sıcakta, sokakta asfaltın üzerinde yatan insanları, CHP’li Konak Belediye Başkanı makam odasından seyrediyordu. AKP il binası da bu meydana bakıyordu, pencereden seyrediyorlardı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar hastalar, binlerce insan; tuvalet yok, banyo yok, su yok, insan kaçakçıları ile buluşmak üzere bekliyorlar. Geceleri derme çatma teknelerle, lastik botlarla Yunan adalarına geçmeye çalışıyorlar. Yerel esnaf işi gücü bırakmış bu insanlara sahte can yelekleri satmakla meşgul. Tam burada büyük bir yeşil alan ve çeşitli hizmetlerin verilebileceği İzmir Fuar’ı var. Mülteciler Fuar alanına giremesin diye kapılarını zincirlediler. Girişleri engellemek için kapılara güvenlik güçleri koydular. Ağacın gölgesini esirgediler insanlardan! Valiliğe, Büyükşehir ve Konak Belediyesi’ne defalarca başvuruda bulunduk. Fuar’ın kapılarını açmaları için fuar önünde basın açıklaması yaptık. Bu ‘medeni, Avrupai, demokrat’ İzmir, ağacın gölgesini esirgedi mültecilerden ve çoğu insan bu durumu sadece seyretti. Aslında bütün şehir seyretti…
\’AVRUPA YENİ \’DEMİR PERDEYİ\’ GÖÇMENLERE KARŞI OLUŞTURMUŞ DURUMDA\’
Dünya, dört bir yanda yaşanan savaşlarla birlikte belki de insanlık tarihinin gördüğü en kitlesel ve uzun süreli insani ve demografik bir altüst oluş içinde. İklim krizinin bu altüst oluşu daha da arttıracağı öngörülüyor. Bu durumun nedenlerini ve baş etmeye çalıştığımız bu acımasız, eşitsiz sürüklenmeye dair düşünceleriniz nelerdir?
Halen yaklaşık 300 milyon (Dünya nüfusunun yüzde 4‘ü) uluslararası göçmen, doğdukları yerden farklı bir ülkede yaşamını sürdürüyor. Varsıl ve yoksul ülkeler arasındaki büyük ekonomik eşitsizlik, demografik dengesizlikler, küresel kuzeyde doğurganlığın düşük olması ve iş gücü açığı, küresel güneydeki iş gücü fazlası, küreselleşme, neoliberal ekonomi, savaş ve çatışmalar, iklim değişikliği göçün temel nedenleri. Yerinden zorla edilmiş insan sayısı 70 milyon civarında. Orta Doğu’daki askeri müdahaleler, Avrupa’nın uzun zamandır bir tür yeni kölelik olarak kurumsallaştırdığı, göçmenleri ucuz işçiler olarak kullanma geleneği, eski sömürgelerinden bu şekilde yararlanmaya devam etmesi sorunu ateşliyor. Büyük fotoğraf için Batı’nın sömürgeci ve emperyalist geçmişi bugün de varlığını sürdürüyor diyebiliriz.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski başkanı George W. Bush’un 2001’de ilan ettiği ‘Global War On Terror’ (Teröre Karşı Küresel Savaş) doğrultusunda, ABD ordusunun açtığı vahşi sekiz savaş yüzünden en az 37 milyon (başka bir hesaplama ile 59 milyon) insan göç etmek zorunda kaldı. ABD askeri hareketleri ile göç etmek zorunda kalan 37 milyon insanın sadece yüzde 2.5’i ABD’ye mülteci olarak kabul edildi. Afganistan işgali 5.3 milyon zorunlu göçmene yol açtı. ABD’nin askeri ve siyasi müdahaleleri Pakistan’da 3.7 milyon, Libya’da 1.2 milyon, Suriye’de 7.1 milyon, Yemen’de 4.4 milyon, Somali’de 4.2 milyon ve Filipinler’de 1.7 milyon zorunlu göçmene yol açtı. Merkez kapitalist ülkeler mültecilerin sadece yüzde 14’üne kapılarını açtı, yüzde 86’sı ise geri kalmış ve gelişmekte olan komşu ülkelerde yaşamlarını sürdürüyor. 2016’da iklim felaketleri (yangın, sel vb. gibi) yüzünden yerinden olan insan sayısı 24 milyona ulaştı. United Nations University çalışması 2050’ye kadar iklim mültecilerinin sayısının 143 milyon hatta 1 milyara kadar çıkabileceğini söylüyor! Öte yandan NATO gelecekteki kitlesel göçlere karşı askeri müdahale hazırlıkları yapıyor. Avrupa yeni ‘demir perdeyi’ göçmenlere karşı oluşturmuş durumda. Mültecilere ve göçmenlere karşı üstü örtük bir savaş yürütülüyor. En varsılın en yoksula açtığı kirli bir savaş!
\’SURİYELİLER\’E KAPILARINI KAPAYANLAR, UKRAYNALI MÜLTECİLERE AÇTILAR\’
Basında ve dünya genelinde adeta resmi terminoloji gibi tekrarlanan ‘kaçak göçmen’ sözünü sık sık duyuyoruz. Sahada mültecilerle temas eden ve onlarla dayanışma gösteren bir kurumun temsilcisi olarak mülteci gerçeğinin üzerinde sizce nasıl bir örtü var?
Birleşmiş Milletler (BM) gibi küresel aktörler işlerine gelecek şekilde terminoloji yaratıyorlar. Bugün mülteci, göçmen, ekonomik göçmen ya da kaçak işçi ya da sığınmacılar arasındaki ayrımlar gerçek yaşamda tamamen anlamsızlaştı ve bu tanımlar geçerliliklerini yitirdi. Geçerli tek bir gerçek var: Dünya, uluslararası hukuk ilkelerini hiçe saymakta, baskı ve zulüm sebebiyle ülkelerinden kaçan insanları yasal olarak korumamaktadır. Vatansız kalan insanlar, iç savaş ve çatışmalar yüzünden evini, işini kaybetmiş, geleceğini kendi topraklarında göremeyen, küresel neoliberal politikaların dayattığı ekonomik, siyasi ve kültürel baskılar nedeniyle marjinalize olan, ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar BM’nin mülteci tanımında yer almıyorlar.
Öte yandan yeryüzünde savaş, yoksulluk, iklim değişikliği, siyasal baskılar, diktatörlükler, soykırımlar, sistematik toplumsal terör, küreselleşmenin neoliberal politikaları, toplu yersiz yurtsuzlaştırmalar ve ucuz iş gücü transferleri (köle ticareti) nedeniyle 60 milyon insan, mülteci statüsü olmayan mülteciler durumunda. Bu insanların onurlu bir yaşam sürme hakkı için BM ya da Avrupa Birliği (AB) hiçbir şey yapmıyor. Mültecilerle ilgili en yalın gerçek, bu insanların hayatta kalmak için kendi ülkelerini terk ederek her türlü vatandaşlık haklarını kaybettikleri ve sığındıkları ülkede de haklardan ve vatandaşlıktan mahrum biçimde hayatta kalma mücadelesi verdikleridir.
Göç, doğal ve durdurulamaz bir fenomendir. Avrupa tarihinin göçler tarihi olduğunu, yakın zamanda ABD’nin göç ile kurulduğunu hatırlayınız. İnsan her zaman göç etti. Bu yeni bir durum değil. Aslında tarihsel olarak incelendiğinde, göç çok kültürlü toplumların oluşmasını sağlamıştır ve çok sayıda kültür yan yana yaşayabilmiştir. Göçü siyasi ve sosyal olarak kontrol edilemez hale getiren ve bir trajediye dönüştüren savaşlardır. Batı -batı derken küresel kapitalist sistem demek istiyorum- mültecilere yardım için kendisini sorumlu hissederken göçmenlere karşı böyle bir sorumluluk duymuyor. Mülteciler arasında da ırk ve dine dayalı ayrımcılık yapılıyor. Bunun son örneğini Rusya-Ukrayna savaşında gördük. Suriyelilere kapılarını kapayanlar Ukraynalı mültecilere açtılar.
Aslında kaçak göçmen, düzenli göçmen, mülteci gibi tanımlamalar ve ayrım, güç sahibi kişi ve kurumlar tarafından göçmen ve mültecilerin iyiliği için değil, kendi politik amaçları için yapılıyor. Uluslararası hukuk ısrarla, doğrudan yaşamı tehdit altında olan ‘mülteci’ ile daha iyi yaşam koşulları elde etmeye çalışan ‘ekonomik göçmen’ arasında bu ayrımın yapılmasını öneriyor. Oysa, mülteciler ile göçmenler arasında böyle zorlama ve yapay bir ayrım yapıldığında, insani perspektiften doğan, bu insanların hepsinin yardıma ihtiyacı olduğu gerçeği yok edilerek, göçü kısıtlamaya giden yol açılmış oluyor. Bu nedenle Batı’nın bütün stratejisi bu ayrım üzerine kurulurken, ‘insan hakları perspektifi’ adı altında aslında göç kısıtlanmaya çalışılıyor. Bugün milyonlarca insan doğrudan can güvenliği tehdidi altında olmasa da evi, iş yeri bombalarla yıkıldığı, işsiz kaldığı, ırkı, dini, mezhebi yüzünden iş bulamadığı için yollardadır.
Afrika’da ve Orta Doğu’da insanlar kendi sorunlarını çözmekte, kendi toplumlarını değiştirmekte neden başarısız oluyorlar? Bu soruyu sordukça Batı’nın -küresel kapitalist sistemin- buna neden izin vermediği anlaşılacaktır. Libya Batı’nın müdahalesi ile kaosa sürüklendi. Bugün Libya’da birbiri ile savaşan üç hükümet var. Irak’ta, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)’nin yükselmesine neden olan durumun asıl sebebi ABD’nin bu ülkeyi işgal etmesidir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde kuzeydeki Müslümanlar ile güneydeki Hıristiyanlar arasında devam eden iç savaş, bir anda ortaya çıkan bir etnik nefretten ibaret değildir. Çatışmalar kuzeyde petrol bulunmasından sonra Fransa’nın ve Çin’in petrol kaynaklarını kontrol etme girişimleri ile tetiklendi. Bu örnekleri çoğaltabiliriz…
Göç, bugün Batı devletlerinde en önemli güvenlik sorunu olarak görülüyor…
Evet, devletler bilinçli bir şekilde, göçmenleri, işsizlik, şiddet, güvensizlik, uyuşturucu trafiği ve insan kaçakçılığı gibi sorunlardan sorumlu kişiler olarak gösteriyor ve onları kriminalize ediyorlar. Toplumların göçmenlerden korkması sağlanıyor. Bununla da yetinmeyerek göçle ilgili ‘akın’, ‘işgal’, ‘istila’, ‘zorla girme’ gibi ırkçı terimlerle yabancı düşmanlığı körükleniyor. Bu sayede ev sahibi ülkelerdeki sosyopolitik yapının ürettiği yapısal sorunlar toplumun dikkatinden kaçırılmış ve her problem göçmenlere bağlanmış oluyor. Kapitalizmin yapısal sorunları yerine, göçmenlerin sebep olduğu öne sürülen ‘kültürel uyumsuzluk’ söylemine odaklanmayı tercih ediyorlar. Toplumsal sorunların asıl nedeni olan eşitsizliklerin ve ayrımcılığın üstünü bu şekilde örtüyorlar.
Göçmenlerle ilgili sorunlar, aslında o ülkenin vatandaşları için de geçerli olan, yoksulluk, işsizlik, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, farklılık korkusu, milliyetçilik ve ırkçılık gibi yapısal sorunlardır. Refah devletleri çöküş içindedir. Merkez kapitalist ülkelerde ciddi biçimde endüstrisizleşme ortaya çıkmıştır. Sağ siyasetler, tüm bu büyük sorunları, göçmenlerin ulusun birlik ve saflığına karşı tehdit oluşturduğu algısına indirgemeye çalışmaktadır. Göç alan ülkelerin politikacıları, göçmenleri, ‘içerideki düşmanlar’ olarak tanımlıyorlar. Hükümetler, mültecileri ekonomik bir külfet olarak görüyorlar. Göçmenleri toplumun kültürünü bozan, kaynaklarını baltalayan, iş olanaklarını çalan, hayali bir yabancı düşman, hatta son zamanlarda terörist olarak niteliyorlar. AB’nin üye devletleri, sözde yasadışı göçten korunmak için ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet’ adını verdikleri bir alan ilan ettiler. Bu havalı ismin altında yürüttükleri yasa dışı göç karşıtı faaliyetler, ölümlere yol açan çatışmalara sahne olan kirli bir savaş aslında.
\’TEMEL İLKE, ANADOLU\’NUN TÜRK VE MÜSLÜMANLAŞTIRILMA PROJESİDİR\’
Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’e, çok etnisiteli bir imparatorluktan tek tipleştirilmiş, Türkleşmiş bir ulus devlete geçiş sürecinde, çok fazla acı ve yıkım var. İttihat Terakki Cemiyeti ile birlikte, Ermeni tehciri başta olmak üzere bu coğrafyada neler yaşandı?
İmparatorlukların ve ulus devletlerin göç, nüfus ve iskan politikalarının her zaman insan hakları çerçevesinde şekillenmediğini biliyoruz. Bugün karşılaştığımız bu büyük göçü toplumsal olarak nasıl karşılayacağımız ile ilgili dersleri kendi tarihimizden çıkarmaya çalışmak için Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin göç, nüfus ve iskan politikalarına bakmak gerekiyor.
19’uncu yüzyıl ortasından sonraki kitlesel göçler, Osmanlı’da ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin (TC) başlangıcında, Anadolu’daki Türk-Müslüman nüfusunu oluşturmada çok önemli rol oynadı. Devlet, hem Osmanlı’da hem TC kuruluşu aşamasında Anadolu nüfusunun Türk ve müslümanlaştırılması için göçleri kullandı. 1850’den itibaren Kırım ve Kafkasya’dan Tatar ve Çerkesler geldi. 1877-1878’de, 93 harbi olarak anılan Osmanlı-Rus harbinden sonra, Rumeli göçmenleri adı verilen Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’dan Türk müslüman kökenliler geldi. 1860-1922 arasında gelen Kırım Tatarlarının sayısı 1 milyondan fazladır. 1859 -1879’da gelen Çerkes nüfus ise 2 milyon civarındadır. Daha sonraki yıllarda devlet anlaşmaları ile göçün sürdüğünü görüyoruz. Bulgaristan’la 1893-1902 döneminde yapılan anlaşmalarda 80 bine yakın Müslüman Anadolu’ya alındı. Osmanlı özellikle tarımda çalışacak insan gücünü, bu muhacir akımına toprak ve sermaye vererek değerlendirdi. Ancak bir süre sonra göçmen sayısı öyle bir noktaya ulaştı ki yeni gelenlere toprak ve sermaye vermek imkansızlaştı.
Erken Cumhuriyet yıllarında ise büyük mübadele ile karşılaşıyoruz. Yunanistan’la yapılan anlaşma ile 400 bin göçmenin Türkiye’ye gelmesi ve Anadolu’dan Rumların Yunanistan’a gönderilmesi sağlandı. Türk-Yunan nüfus mübadelesi, dünya göç tarihindeki sayılı nüfus politikalarından biridir. 19’uncu yüzyıl ortalarından TC ’nin kuruluşuna kadar, Anadolu’ya dışarıdan beş milyondan fazla Türk Müslüman geldi. Peki ya gidenler? En düşük tahminlere göre 2,5 milyon Rum ve Ermeni Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldı. 1 milyon Ermeni soykırımda öldü.
Nüfus çalışmalarına baktığımızda, bir görüşe göre 1913’te Anadolu nüfusu 16 milyon idi ve 1923’te bu rakam 13 milyona düştü. Diğer bir araştırmaya göre ise Anadolu nüfusu 1912’de 17,5 milyon idi ve 1922’de 12 milyona düştü. Bu rakamlar bize Cumhuriyet dönemi öncesi Anadolu nüfusunun, savaşlar, iç çatışmalar, açlık ve sefalet yüzünden ölenler ve zorunlu göçlerle önemli bir değişime uğradığını gösteriyor. Bu değişimin temel özelliği Türk ve Müslüman nüfusun hem sayısal hem oransal artışı oldu. Savaş ve göçlerde çoğu erkek 2,5 milyon Türk nüfusu ölmesine rağmen bu artış dış göçlerle gelenlerle ve özellikle kırsal kesimde yaşayan ‘Gayri-Müslim’ nüfusun azalması ile gerçekleşti.
1923-1950 döneminde ise Cumhuriyet’in, bir ulusal kimlik arayışı ve aynı zamanda kalkınma ve modernleşme projesi çerçevesinde göç politikaları yürüttüğünü görüyoruz. Yani Osmanlı’nın göç politikasıyla, Cumhuriyet döneminin göç politikaları arasında dramatik bir kopuş yoktur. Temel ilke, Anadolu’nun Türk ve Müslümanlaştırılma projesi, Cumhuriyet ile de devam etti. Cumhuriyet de sınırları içindeki nüfusu dini açıdan homojenleştirmeye çalıştı. Genç Cumhuriyet aldığı göçmenlere toprak ve para yardımı yaptı ve Kürt isyanlarını engellemek için bu göçmenleri Anadolu’ya yerleştirmek suretiyle birtakım iskan politikaları uyguladı.
TC’nin göç politikasını; Balkanlar’dan, Türk soyundan gelen müslüman göçünü teşvik etmek, müslüman olmayanları ise dışlamak, Sünni ve Hanefi Müslüman Rumeli muhacirleri tercih ederken, Orta Asya, Orta Doğu ya da Afrika’dan gelen Türk ya da müslümanları vatandaş olarak benimsememek şeklinde özetlenebilir. Osmanlı’nın göç politikası 2. Abdülhamit’in İslamcı, Türkiye Cumhuriyeti’nin göç politikası da Mustafa Kemal’in laik ve Türk kimliğinin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
1950 -1980 yılları arasında ise durum değişti. Tarımda modernleşme, kırdan kente büyük bir iç göçe yol açtı. Bu dönem aynı zamanda milli burjuvazinin devlet tarafından güçlendirilmesi dönemidir. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, İstanbullu Rum ve Ermenilerin Türkiye’yi terk etmeleri, 1964’te Yunan pasaportu taşıyan Rumların sınır dışı edilmesi yani ‘Gayri Müslim’ kesimin Anadolu dışına sürülmesi devam etti. 1960’lardan sonra yurt dışına göç başladı. Almanya ile bir anlaşma yapıldı ve Türkiye kendi kır nüfusunu azaltmak üzere, ilk kafileyi tamamen köylerden seçerek, Almanya’ya işçi olarak gönderdi. Bu anlaşma 1973’e kadar devam etti.
1980’lerden sonra siyasi göç ile karşılaşıyoruz. Askeri darbe ve Özal’ın getirdiği neoliberalizm, Türkiye’de solcuların ve siyasi mücadele veren Kürtlerin Avrupa’ya göç etmesine neden oldu. 330 bin kişinin yurtdışına göç ettiği biliniyor. 1990’larda Türkiye iki büyük kitlesel göç ile karşılaştı. Bunların niteliksel farklarına bakmak, devlet refleksini görmemiz açısından çok önemli. Biri 1988’deki Halepçe katliamında Irak’tan gelen Kürtler (467 bin kişi) ve diğeri 1989’da Bulgaristan’dan, Jivkov’un asimilasyon politikaları yüzünden gelen ve soydaş denilen 360 bin kişi. Kürtlere hiçbir zaman vatandaşlık teklif edilmedi ve kalıcı olmaları istenmedi. Ancak, Bulgaristan’dan gelenlere hızlıca vatandaşlık verildiği gibi bazılarına ev, iş yeri, toprak gibi imkanlar sağlandı. Buna rağmen 360 bin kişiden yaklaşık yarısı Bulgaristan’da durum düzeldikten sonra geri döndü. Buradan da görüyoruz ki devlet, Jivkov’un mezaliminden kaçan Türk soydaşlarını mağdur olarak gördü ama Saddam’ın kimyasal bombalarından kaçan Iraklı Kürtlere aynı sempatiyi göstermedi. Oysa, oradan gelen Kürtler de buradaki Kürtlerin akrabası ve soydaşı idi. Iraklı Kürtler sınır illerinde çeşitli kamplarda tutuldular, durumları genellikle çok kötüydü. Irak Kürtlerinin tamamına yakını peyderpey Irak’a geri gönderildi.
İki binli yıllara gelirken, Türkiye göçmenler açısından bir transit ülke konumuna geldi. Öte yandan neoliberal kapitalist ekonomik dönüşüm, Türkiyeli emekçi sınıfına baskı uygularken, dışarıdan emek gücü almayı da teşvik etti. Türkiye’de, Suriyelilerden önce gelen, 1 milyon kayıt dışı yabancı işçi olduğu tahmin ediliyor.
Özetle TC‘nin nüfus ve iskan politikası, pek çok ulus devletinkine benzer şekilde, ulus inşası için kullanılan etkin bir araç oldu. Kendi iç sorunlarından kaynaklanan güvenlik kaygıları, göçmen politikalarında çok belirleyiciydi. Bu yaklaşımı aslında Osmanlı’dan miras aldı ve olduğu gibi devam ettirdi. Yeni TC uluslaşma politikası çerçevesinde yeni ‘vatandaşlık’ tanımı yaptı. Vatandaşlık kavramı ile yasal olarak dil, din, cinsiyet ve diğer bütün ayrımlar gözetilmeksizin, Türkiye’de yaşayan herkesin ‘Türk’ ve dolayısıyla ‘vatandaş’ olduğunu kabul etti. Pratikte ise, bütün ulusçuluk akımları gibi, bu tanım da ayrımcı oldu. Ulusun dili Türkçedir. ‘Vatandaş’ tanımı, büyük ölçüde aksansız Türkçe konuşan, Sünni, Müslüman, kentli, orta sınıfı kapsadı. Dili, dini ve mezhebi ayrı olanlar dışlandığı gibi kent aksanı ile konuşamayan köylüler de dışlandı. Köy-Kent gerilimi yaratıldı ve insanlar ‘vatandaşlık hakkı’’ alabilmek için köyden kente göçmeye başladı. Bunlara vatandaş yerine halk, ‘Bey’ yerine ‘Efendi’ denildi. Bu durum 90’lara kadar devam etti. Ne vatandaş ne de halk olabilen ‘Gayri-Müslimlerin’ ise terk etmekten başka pek şansları kalmadı. Kürtler ve Aleviler ise Türklüğe ve Sünniliğe asimile oldukları kadarı ile vatandaş olabildiler!
\’ÇOK NÜFUS, ŞEN NÜFUS, TOK NÜFUS!\’
1934 İskan Kanunuyla (2510 sayılı kanun) birlikte Türk olmayan azınlıklara yönelik toplu ve zorunlu göç yoluyla yeni bir asimilasyon politikası yürürlüğe girdi. T.C. Devleti azınlıklara uygulamış olduğu iskan politikası ile sizce neleri hedefledi?
1930’da ilan edilen iktisadi programda, dahili asayiş talep edildi ve şimdiye kadar Batı Anadolu’da yoğunlaşan tarım ekonomisinin daha verimli topraklar olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yaygınlaştırılması önerildi. Bunun akabinde 1934’te bir iskan kanunu çıkarıldı ve Kürt Aşiret reisleri batıya doğru iç göçe zorlandı. Mesela Dersim isyanında tam olarak kaç kişinin sürüldüğü bilinmese de en düşük tahminlere göre 12 bin kişinin batıya sürüldüğü düşünülmektedir.
2510 sayılı İskan Kanunu, Cumhuriyet Dönemi iskan kanunları içerisinde en çok tartışılan kanunlardan biridir. TC’nin iskan siyasetinin temel belgesidir. 2510 sayılı İskan Kanunu hükümleri çerçevesinde, yerleşmek amacıyla ülkeye gelen Türk soylu ve Türk kültürüne bağlı kişiler, belirli koşullar altında, ülkeye muhacir (göçmen) olarak kabul edildiler. Muhacir olarak ülkeye kabul edilenler, gerekli işlemlerin tamamlanmasından sonra Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına alındı ve kendilerine bazı muafiyetler sağlandı. Sadece resmi rakamlara göre, 1923-1997 yılları arasında, toplam 1 milyon 648 bin 77 kişi ülkeye göçmen olarak yerleştirildi.
Kanun’un gerekçesinde, Osmanlı Devleti’nin iskan politikası değerlendirilmekte ve Osmanlı Devleti’nin üç asırdan beri anavatana göç eden muhacirleri sistemli bir iskan politikasına tabi tutmadığı ileri sürülmektedir. Osmanlı Devleti’nin, muhacirleri iskan ederken, onları Türk kültürü içerisinde kaynaştıramaması ve Türkçeyi anadil olarak benimsetmeye çalışmamasından şikayet edilmekte ve bu durumun sonuçları değerlendirilmektedir. Yine eleştirilen bir diğer konu da Osmanlı Devleti’nin aşiretleri iskan siyasetidir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde aşiretlerin, ağalığın, beyliğin bir idare tarzı olarak benimsendiği yargısı üzerinde durularak, bu durumun yol açtığı sorunlardan bahsedilir.
Kanunun 2 temel amacı vardır: Türk kültürünü kuvvetlendirmek ve dil davasını çözüme kavuşturmak. Bu amacı gerçekleştirmek için memlekete Türk kültürüne bağlı göçmen getirerek Türk kültürlü nüfusu yoğunlaştırmak, bunun için de milli sınırların dışında kalmış soydaşlara, ülkenin geniş toprakları üzerinde yurt edindirmenin gerekliliğini vurgulamak.
Türk kültürüne bağlı olmayan nüfus kitlelerini bir yerleşim bölgesinden bir başka yerleşim bölgesine taşıyarak dağınık bir şekilde yerleştirmek ve bunları Türk kültürüne bağlayarak Türk kültürünü kuvvetlendirmek.
Bu çerçevede 2510 sayılı İskan Kanunu, ulus devlet idealinin gerçekleştirilmesinde oldukça önemli bir rol üstlendi. 2510 sayılı İskan Kanunu, göçmen kabul politikasına yönelik olarak göçmen ve mülteci tanımlamalarında Türk soy ve kültürüne, mensubiyetine yaptığı vurguya dikkat edilmelidir. Ayrıca kanun metnine hakim olan kimlik vurgusuna rağmen, mülteci ve göçmen kabul pratiklerinde dinin de özel bir yere sahip olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Türk olmayan Müslüman Arnavutlar, Boşnaklar ve Pomakların, mülteci veya göçmen olarak kabul edilmesine rağmen Ortodoks Gagavuz Türkleri veya Şii Azeriler bu ayrıcalıktan faydalanamadı.
İkinci önemli iskan kanunuyla da 2006 yılında karşılaşıyoruz…
Evet, AB katılım sürecinde oldukça önemli bir belge olan 9’uncu Uyum Paketi’ne hazırlık olarak bir dizi kanun tasarı ve teklifinin görüşüldüğü bir dönemde 5543 sayılı İskaan Kanunu, 26/09/2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. 5543 sayılı Kanun’a göre göçmen tanımı, Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye’ye gelip bu kanun gereğince kabul olunan kişileri kapsıyor.
Türkiye’de yerleşmek amacıyla, hükümetten iskan yardımı istememek şartıyla dışarıdan gelmek isteyen Türk soyundan kimseler serbest göçmen olarak adlandırılmıştır. Söz konusu kavramların tanımında dikkat çeken nokta, göçebe ve göçmen kavramlarının daha önceki iskan kanunlarına benzer şekilde ele alınarak göçmen ve serbest göçmen olabilmek, Türk soyundan gelmek ve Türk kültürüne bağlı olmak şeklinde çok benzer biçimde tanımlanmış olmasıdır. Göçmen kabulünde Türk soyu ve Türk kültürü kavramları bir kez daha vurgulanmıştır.
2510 sayılı İskaan Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1934 yılında yaklaşık olarak 17 milyon olan ülke nüfusu, 2006 yılı itibarıyla 70 milyonu aşmış durumdaydı. Ülke genelinde yapılan barajlar ve diğer ekonomik tesisler nedeniyle yerlerini terk etmek zorunda kalan ailelerin iskan sorunları giderek büyümüştü. Buna ek olarak, İçişleri Bakanlığı verilerine göre Doğu Anadolu’da çatışmalar dolayısıyla 3 bin 688 köy ve mezra boşaltılmış, 353 bin 280 kişi göç etmek zorunda kalmıştı. Bunlardan 127 bin 820 kişi Köye Dönüş Projesi kapsamına alınmış, Köye Dönüş Yasası gereği zarar görenlerin zararı karşılanmıştı. Köye dönüş projesi kapsamında 69 bin 832 kişi resmi başvuruda bulundu. Aynı dönemde, yerinden edilen 1.500 kişi mağduriyetleri nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu ve TC’ye 14 milyar TL’lik tazminat cezası verildi.
Bu yıllarda önemli bir diğer konu da uluslararası göç hareketleri oldu. 2005 yılı sonuna kadar toplamda 1 milyon 650 bin 604 nüfus, gerek iskanlı gerekse serbest göçmen statüsünde kabul edildi. Bu çerçevede 5543 sayılı İskan Kanunu, uluslararası sisteme uyum sürecinin uzantısı, dolayısıyla da son yüzyılın en önemli ekonomik, toplumsal ve siyasal olgusu olan küreselleşme sürecinin yansıması olarak da değerlendirilebilir.
Özetle yeni kurulan TC’nin ulusal güvenlik algısı temelde doğudaki Kürt nüfusa karşı oldu. Dolayısıyla bu dönemdeki iskan ve göç politikalarında güvenlik kaygıları belirleyici oldu.
İskan siyaseti ve göç politikaları da ulusal güvenliğin tamamen Türk kimliği ve birliği üzerine kurulması nedeniyle bu amacı gerçekleştirmek üzere yürütüldü. 2510 sayılı Kanun ve bu iskan siyasetinde zaman içinde bir değişim, demokrasi kültürünün yerleşmesi beklenirken maalesef 2006 yılında bile güvenlik ve tehdit algısına devam eden yeni kanun da benzer özü korudu.
1960 sonrası dönemde ise “Çok Nüfus, Şen Nüfus, Tok Nüfus” sloganı ile kavramlaştırılmış olan nüfus politikaları, nüfusta belli bir düzeye ulaşılması ve değişen güvenlik algıları nedeniyle yeniden biçimlendi. Bu süreçte göçmenlerin genellikle iskanlı statüde kabul edilmesi şeklindeki politika da değişti ve göçmenlerin çoğunlukla serbest statüde kabul edildiği bir dönem başladı.
1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye aday ülke olarak kabul edilmesi, ulus devlet anlayışı çerçevesinde kurgulanan göç ve göçmen kabul politikalarında yeni bir süreci beraberinde getirdi. Ne kadar değişim olduğu ise ayrı bir söyleşinin konusu olabilir.
\’HOŞGÖRÜ SİYASETİ\’
Osmanlı’da ve TC’de, Gayrı-Müslimler, Sünni olmayan Müslümanlar ve Türk olmayanlar, var olan Sünni-İslam-Türk düzenini bozmadıkça tolere edildiler. TC Sünni, Müslüman, Türk kimliğini benimsedi ve Sünni, Müslüman, Türk olmayan etnik, kültürel ve dini gruplara eşit yaklaşmadı. AKP’den önce ibre Türklüğe doğru iken, AKP ile ibre Sünni İslama döndü. Bu bağlamda göçmenler, (Türk –Müslüman kökenli: örneğin Özbek, Uygur Türkleri, Türkmenler), misafirler, (Müslüman orijin, fakat Türk değil: Ensar, hak yerine dini yardımseverlik, hayırseverlik, himmet ile yaklaşılanlar: örneğin Suriyeliler) ve Yabancılar, (Müslüman olmayanlar: örneğin Avrupa Birliği vatandaşları) tanımları güncel uygulamalara temel oluşturdu.
Cumhurbaşkanı ve AKP, Suriyeli mültecilere yönelik ilk günden itibaren ‘misafir ağırlama’ yaklaşımını ve islami değerlere uygun merhamet duygusunu dillendirdi. ‘Suriye’deki zorba rejimden’ kaçan Suriyelilere muhacir, onlara yardım edenler de ensar -Müslümanların Mekke’den Medine’ye göçmesi ve Medineli halkın yaptıkları yardımlar nedeniyle ensar adını almasına göndermede bulunularak- tanımlaması yapıldı. AKP’nin Suriyeli mültecileri millileştirmesi veya Müslüman kardeşliği üzerinden soydaşlaştırılması çabalarının arkasında bölgesel güç olma arayışı vardır. Bir yandan AB ülkelerinin aksine Türkiye’de Suriyelilere gösterilen misafirperverlik ve merhametin milli gurur kaynağı olduğuna vurgu yapılıyor, öte yandan her fırsatta Suriyelilerin AB’ye karşı bir kitlesel göç silahı olarak kullanılmasından çekinilmiyor.
\’90\’LI YILLARDA ANTİ-KÜRTLÜK ATMOSFERİ ORTAYA ÇIKTI\’
1990’larda köylerinin yakılmasıyla milyonlarca Kürt köylüsü zorunlu göçe maruz kaldı ve çoğunlukla Türkiye’nin batısına, büyük şehirlere göç ettiler. Bu zorunlu göçün Türkiye’nin siyasal, sosyo kültürel ve ekonomik yapısına ve Kürtlere nasıl etkileri oldu?
1980’lerden itibaren 90’ların ortalarına, 97’lere kadar devlet zorunlu göç politikası uyguladı. Bir çalışmada 1984-2006 arasında 900 bin ile 1 milyon 300 bin arasında Kürt nüfusunun yerinden edildiği bildirilmiştir. Bu rakamı 3-4 milyon olarak tahmin edenler de var. Köyler boşaltıldı ve insanlar İzmir’e, Adana’ya, Mersin’e, İstanbul’a, Ankara’ya göç ettirildi. Bu insanlar devlet geleneği haline gelmiş asimilasyon politikalarına maruz bırakıldılar. Üstelik batı illerinin ucuz iş gücü oldular. Göçtükleri hemen her yerde kültürel ve siyasal olarak reddiye ile karşılaştılar. Bir anti-Kürtlük atmosferi ortaya çıktı.
İzmir de bu konuda başı çekiyordu. 2005 yılında Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne bir stant kuruldu ve ‘’Kürtlerin üremesini engelleyelim’’ broşürleri dağıtıldı. Bu derneğin Kürtlerin üremesinin engellenmesi hakkında başlattığı imza kampanyası yargıya taşındı ancak 2011 yılında dernek bu davadan beraat etti. “Kürtlerin üremesi durdurulsun” diyen dernek kapatıldı ama yine de davadan beraat ettirildi. Bugün batı illerindeki Kürt nüfusun seçimlerdeki tercihlerine bakınca devletin asimilasyon politikalarının istenildiği kadar başarılı olmadığını söyleyebiliriz.
Ülkemizde her geçen gün biraz daha yükselen bir mülteci düşmanlığı söz konusu. Sizce bu koşullarda ve bu nefret ortamında halklar arasında bir köprü kurabilmek gerçekten mümkün mü?
Mültecilerin iç ve dış siyasette, konjonktürel ihtiyaçlara göre siyasi söylemin piyonları olarak kullanılması çok olumsuz bir duruma yol açıyor. Bu söylemler toplumun aklını karıştırıp, gerginliği arttırıyor. Toplumda var olan kendisi gibi olmayana, yabancıya, ötekiye, göçmene ya da mülteciye dair önyargı, rekabet duygusu içinde şiddet barındırıyor. Bugün yaşanan ekonomik kriz nedeniyle şiddet kontrolden çıkabiliyor ve en korkulana; gerçeğe dönüşüyor. Bunu önlemenin yolu haksız rekabeti önlemek. Yokluk, yoksunluk kitleleri kendi adaletini aramaya yönlendirebiliyor. Devlet sosyal adalet için adım atmazsa ve mülteci meselesini arafta tutmaya devam ederse çatışma kaçınılmaz olur.
\’ÖNCE VE SADECE İNSAN OLDUĞUMUZU UNUTMAYALIM\’
Son olarak; Türkiye’ye sığınan insanları vatandaşlıkla eşit statüde nasıl içeririz? Onları hem kendi ülkelerine yabancılaştırmadan, özlemlerini, dönüş isteklerini yok etmeden, ama aynı zamanda insanlık dışı bir muameleye maruz bırakmadan konumlandırabileceğimiz bir düzenleme nasıl yapılabilir?
Bunun için kuşkusuz ki yeni bir anayasal düzenleme yapma gereği var. Anayasanın eşit vatandaşlık üzerinden yeniden kurgulanması gerekir. Öte yandan Türkiye sosyal entegrasyona sadece Suriyeliler için ihtiyaç duymuyor. Bütün toplumun sosyal entegrasyona ihtiyacı var. Türkiye’de eşit vatandaşlık meselesinin en önemli sorunu Anayasa aracılığıyla herkese Türk kimliğinin dayatılmasıdır. Oysa Türkiye’de yaşayan herkes Türk değildir. Herkes Türkiyelidir. Eşit vatandaşlık meselesine insan hakları ve demokrasi açısından bakıldığında en az Suriyeliler kadar Türkiyelilerin de sosyal entegrasyona ihtiyacı var. Bu da insan haklarını esas alan demokratik bir anayasa değişikliği ile mümkündür. Bu durumda pek çok sorunun bütünleştiğini görüyoruz. Suriyeli mülteci meselesi ile Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı aynı anda, aynı masanın üzerinde duruyor. İnsan hakları açısından herhangi bir vatandaşla, ülkesini savaş yüzünden bırakıp buraya gelmiş bir mülteci, göçmen, sığınmacı arasında hiçbir fark yok!
Devletlerin mültecilere vatandaşlık vermesi bir yükümlülük olmamakla beraber, Cenevre Sözleşmesi’nin 34. maddesi bunu kuvvetle tavsiye ediyor. Mültecileri vatandaşlığa almak uluslararası hukuka uygun bir adımdır. Ancak ayrımcılık yapmak; kalifiye ve varlıklı olanı alıp asıl ihtiyaç sahibi milyonlarca yoksul Suriyeliyi dışlamak bir çözüm olamaz. Mülteciler için uygulanan coğrafi kısıtlamayı kaldırmadan, hak ettikleri mülteci statüsünü vermeden, ayrımcı, kısmi ve eksik vatandaşlık hakkı meseleyi çözmekten çok uzaktır. Tüm mültecilere vatandaşlık başvurusu hakkı tanınmadan bunun sadece bazı Suriyeliler için olması da başı başına bir sorun ve ayrımcılıktır.
Türkiye’nin yapması gereken, mültecilerle ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni tam olarak uygulamak; coğrafi kısıtlamayı kaldırmaktır.
Suriyelilerin bir kısmı daha iyi bir yaşam için ya da hali hazırda Avrupa’da bulunan yakınları ile birleşmek için Batı ülkelerine gitmek istiyorlar. Türkiye vatandaşı oldukları zaman bu şansı kaybedecekler. Pek çok Suriyeli ülkesinden tamamen vaz geçmiş değil. Zamanla geri dönmek isteyenler olacaktır. Bu bağlamda barınma ihtiyacından beslenmeye, eğitime, iş hayatına, sağlığa kadar uzanan çok geniş bir yelpazede kişilerin haklara erişimi için pek çok çalışma yapmak gerekiyor.
Temel ilkeler bellidir: Güvenli bir ikamet statüsü, eğitim olanaklarından eşit biçimde yararlanma, emek piyasasında eşit biçimde yer alabilme, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine eşit biçimde ulaşabilme, geleneksel kültürlerin korunabilmesi, yabancı düşmanlığından arınmış bir ortamda yaşama olanağının sağlanması, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamına katılabilme olanağının sağlanması.
Toplumun doğru bilgilendirilmesi, Suriyelilerin artık misafir olmadığı, daha kalıcı çözümler için devletin bazı planlamalar yapması ve bunları toplumla paylaşması gerekiyor. Mültecileri dışlama, ırkçılık, hınç gibi reaksiyonlardan korumak için devletin politikalarının açık, tutarlı, gerçekçi ve demokratik olması gerekiyor.
Toplumun orta sınıfı ve laik kesiminde Suriyeli mülteciler bir başka tedirginliğe yol açıyor. Kitlesel göç sonucunda AKP’nin yeni bir müttefik, hatta gelecekte oy deposu kazandığını düşünerek önyargılar geliştiriyorlar. İzmir bu tepkinin yoğun yaşandığı illerden biri. Suriyelilerin yaşam biçimleri, örneğin çok çocuk sahibi olmaları üzerinden yapılan acımasız eleştiriler aslında Türkiye toplumunda bir süredir devam eden kutuplaşmadan besleniyor.
Vatandaşlığın ulus devlet aidiyeti ile sınırlanmasını reddetmeyi başarırsak, ulus devletlerin etnik ve/ veya dinsel totalitarizmin uygulayıcısı olmasını reddetmiş oluruz. Bunun yerine ulus devleti, bir arada yaşam iradesi için yeni gelenlerle de gönüllülükle ortaklaşabilen bir politik toplum formu olarak tanımlamak mümkün. Uygarlık ‘yerleşme’ ile başlar. Birilerinin yerleşme haklarını elinden aldığınızda aslında insanlığın bir kısmını insanlıktan çıkarıyorsunuz ve aslında bu bizzat insanlığı yok etmektir. Ulus ortak bir yerleşme kararından başka bir şey değildir ve yeni gelenlerin bu karara katılması ulusu yok etmez, tersine ulusu genişletir, güçlendirir.
Vatandaşlığı kutsamaktan vaz geçmek lazım: Kişi vatandaştır, ama aynı zamanda insandır. 1789 Bildirgesi’nin başında ‘İnsan ve vatandaş hakları’ denmesinin nedeni budur. Devlet yokken de haklar vardı. Devlet ancak siyasal hakları garanti eder, biz insan olarak zaten belli haklara sahibiz. Devleti insanlar kurdu ve haklar insanlarındır. İnsan onuru ve insan hakları açısından herhangi bir vatandaşla ülkesini bırakıp başka bir ülkeye gelmiş bir mülteci, göçmen ya da sığınmacı arasında hiçbir fark yoktur. Milyonlarca kişiyi nasıl barındıracağınızı, nasıl okutacağınızı bilmeden Esad’a karşı kullanmak üzere kabul etmek insan onuru ile bağdaşmaz. Bu insanlara bakamayacağınızı bile bile AB’den siyasi imtiyazlar koparmak için geri gönderme anlaşmasını imzalamak insan onuru ile bağdaşmaz. AB ile ilişkiler kötü gidince “bu insanları gönderirim” diye şantaj yapmak insan onuru ile bağdaşmaz. İnsan olduğumuzu, önce ve sadece insan olduğumuzu, hiçbir zaman unutmamamız gerekir!